Pandemiyle başladı her şey. Önce hayatımıza kabus gibi girdi. Herkesle iletişimi kesip evlere kapandık. Sürekli haber izliyor, ne olup bittiğini, ne olacağını dakika dakika takip ediyordum. Ama diğer yandan okulların kapanacağını duyduğumda büyük bir rahatlama yaşadım. Pandemi, hastalık falan değildi nedeni. Ne zaman okullar tatil olsa büyük bir oh diyordum. Ne zaman biteceği belli olmayan bu okuldan uzak kalma durumu muhteşemdi. Derin’le evde olmak, beraber vakit geçireceğimiz düşüncesi hep heyecanladırır beni. Diğer yandan evden gezebildiğimiz online müzeler, online konserler, yazarlarla tanışıp, online buluşmalar… Sanki her şey daha iyiye gidiyordu. Küçük bir kasabada yaşadığımız için yararlanamadığımız çoğu etkinlikten yararlanmaya başladık. Pandemi dönemi bana bu anlamda iyi gelmeye başladı.
Derin ikinci sınıftaydı. Anaokulu ile beraber üç yıldır okula devam ediyordu. Okula başladığından beri çoğunlukla doğada, ormanda, bahçede, kumsalda geçen hayatımız okul sistemine girişimizle tamamen kısıtlanmıştı. O zamanlar farkında değildik. Deniz kenarında bir köyde yaşıyorduk. Köy okuluna göndermek istemedik. Okul zamanı gelince iyi bir okula gitsin diye, bahçeli evimizden çıkıp merkezde bir apartman dairesine taşındık. Önce devlet okulunu tercih ettik. Büyük hayal kırıklığı yaşadıktan sonra butik bir özel okul bulduk. Hatta okulun müdiresi, çok sevdiğim güzel insan sayesinde davet edildik. Az sayıda öğrencisi olan, evdeymiş hissi veren bu okul ve çalışanları sayesinde okulla ilgili en güzel günlerimizi yaşadık. Tüm bunları özellikle belirtiyorum çünkü okulsuzluk fikrimiz okulumuzdan memnun olmamamızdan kaynaklanmıyor. Fakat müfredat ve yapılması gerekenler aynı. Maalesef sonunda herkes aynı çarkın içine düşüyor.
Birinci sınıf aileleri iyi bilirler. Okuma yazma öğrenme süreci hem çocuk hem aile için bence çok zorlayıcı bir dönem. İlk seneyi öyle ya da böyle atlattık. İkinci sınıfa geçince rahatladığımızı düşündüm ama öyle değilmiş. Bu sefer testler çıktı. Ödevlerin üstüne her gün çözülmesi gereken sorular, okunması gereken kitaplar, yapılması gereken ödevler ve yapılacak sınavlara hazırlık süreçleri başladı.
Bir senenin ardından kızımızın da dünyaya gelmesiyle birlikte, apartman dairesinin bize göre olmadığını anladık. Müstakil hayata, doğayla iç içe olmaya alışıktık. Oğlum doğanın imkanlarıyla büyümüştü. Kızımızın da aynı imkanlara sahip olmasını, çocuklarımızın dışarıda vakit geçirmesini istiyorduk. Müstakil bir ev inşa etmeye karar verdik. Her detayı çocuklarımızı düşünerek, doğanın içinde bir mekan yaratmaya çalıştık. Oğlum sabahları kalkınca tavuklarımıza yem verip dışarı çıkaracak, köpeğimizi gezdirebilecekti. Okuldan gelince bahçe işlerine katılabilecek ya da dilediği gibi oynayabilecekti. Yaz tatili bitti ve yeni evimize taşındık. Okulun tekrar açılmasıyla hiçbir şeyin hayal ettiğim gibi olmadığını fark ettim. Evimiz yerleşim yerine oldukça uzak olduğu için oğlumun eve gelmesi bir saati buluyordu. Akşam beş buçukta gelen oğlumun, uykusunu alması için en geç dokuz buçukta yatakta olması gerekiyordu. Yarım saat dinlen, ödeve başla, test çöz, yemek ye, kitap oku, çok az oyna, banyo yap, dişlerini fırçala ve hemen uyu. Programı yarım saat bile aksatsak ya uykusuz kalıyor, ya da hiç oynayamıyor, keyif aldığı hiçbir şeyi yapamıyordu. Yeni evimizde yeni hayatımız düşündüğüm gibi değildi. İlgimizi çeken kitaplarla dolu bir kütüphanemiz var ama artık okumaya, incelemeye fırsat kalmıyordu. Bir hikayelik uyku öncesi kitabı okuyorduk. Oğlum yorgunluktan O’nu bile dinleyemiyor, yarısında uyuyakalıyordu. Haftasonları yine ödevler ve sorumluklarla sıkışıyorduk. Biz de ‘Ödevini bitirmeden bir yere gidemeyiz, şunu yapamayız, bunu yapamayız.’ demeye başlamıştık. Tatil dediğimiz iki gün anlamadan akıp gidiyordu. Arzu ettiklerimizi yapmak için yaz tatilini bekliyorduk. Ara tatil ve yaz tatilinde de ezberlediklerini unutmasın diye ‘Her gün tekrar yap, biraz soru çöz.’ diyen anneler grubuna katılmıştım. Öğrendiklerini demiyorum çünkü okulun gerçek bir öğrenme sağladığını düşünmüyorum. Artık öğretmen yapın demeden tatil için ek kaynaklar alıyorduk ve Derin sabah uyandığında önce testlerini çözüyor, güne ancak bunları bitirdikten sonra başlayabiliyordu.






Pandemiyle beraber okullar kapanınca rahatladık ama birden yine okulun baskısını ağır bir şekilde hissetmeye başladık. EBA yayınlarını takip etmeye, online derslere katılmaya başladı oğlum. Başta yeni bir şey olduğu için merak etti ama dersler giderek daha da can sıkıcı bir hal almaya başladı. Artan ev işleri ve çocukların sorumlulukları, duygusal yükümüz yetmezmiş gibi ailelerden öğretmen olmaları istendi. Çocuklarımız dünyadaki paniği derinlerinde hissederken, birden bire sevdiklerinden, arkadaşlarından uzak kalmış, ne yapacaklarını bilemez haldeyken, okul sisteminin tek düşündüğü çocukların kaçıracağı dersler oldu. Tamamen çocuklarla ilgilenen bu kurum, çocuklarımızın ruh sağlığıyla, nasıl bir duygu içinde olduklarıyla, mutlu olup olmadıklarıyla ilgilenmedi. Hala bu durumu düşününce üzülüyorum.
Oğlum giderek daha çok tepki göstermeye başladı. Online derslere girmemek için her gün bir bahane buluyor fakat girdikten sonra aktif katılım sağlıyordu. İstemediğini belli etmeden dinliyor, sorulara cevap veriyordu. Öğrenmeyi ve katılım göstermeyi seviyordu ama öğrenme şekli oğluma uymuyordu artık. Ekran karşısında oturup sürekli anlatılanları dinlemek istemiyordu. Uzaktan eğitim konusunun ayrı bir uzmanlık gerektirdğini düşünüyorum. Ama birden tüm öğretmenler uzaktan eğitim vermeye başladılar. Derslerden önce uyumaya başladığında pes ettim. Daha fazla zorlayamadım. Sınıfımızın whatsapp grubundan gelen mesajlara yetişemez olmuştum. Kendimce bir karar aldım ve okul grubuna, ‘Eğer oğlumun bir şey yapmasını istiyorsanız, bunu O’na söyleyin, sadece çocuklarla iletişim kuracağınız bir kanal oluşturun, ben daha fazla buna devam etmek istemiyorum.’ dedim. Okuldan istenilenler, sanki oğlumdan değil benden isteniyordu. Ben yapmak zorundaymışım gibi hissetmeye başlamıştım. Bu dayatma üzerine kurulu eğitim üniversiteye girinceye kadar sürecekti ve önümüzde en az on sene daha vardı. Bu benim sorumluluğum değildi. Oğlum yapmak istemiyorsa, unutuyorsa, ilgisini çekmiyorsa bu işi ite kaka yürütemezdim. Hayalim, okulla ilgili tüm sorumluluğun kendisine ait olduğunu bilen çocuklarım olmasıydı ama okul sistemi buna asla izin vermiyordu. Yapılmayan ödevden, çalışılmayan sınavdan, bitirilmeyen resimden, projeden hep sorumlu tutulacaktım. Tüm bu anlattıklarım olumsuz bir tablo oluşturdu sanırım ama oğlum okula gittiği iki sene içinde oldukça başarılıydı. Her çocuk gibi öğrenmeyi seviyordu. Okulu da seviyordu ama evde kalmayı mı, okula gitmeyi mi tercih edersin desek her zaman evde kalmayı tercih ediyordu. ‘Anne evde eğitim yapalım, beraber çalışalım, lütfennn!’ demeye başladı.



Tüm bu sıkışmışlığıniçinde Nihan Kaya’nın İyi Aile Yoktur kitabını okumaya başladım. Kitap hakkında başka bir gönderide uzun uzun yazmak istiyorum. Benim için öylesine üstünden geçilecek bir kitap değil. Burada bahsetmek istediğim okulla ilgili bölüm. İlk defa okulların hangi fikirle ortaya çıktığını öğrendim. Asıl amacın insanlara itaat etmeyi öğretmek, çocuklara küçük yaştan itibaren kendini özel hissetmemesini, sadece söyleneni yapmasını sağlamak ve merak ettiklerini değil sadece O’na verilenleri öğrenmesini dikte etmek olduğunu fark ettim. Hepsi doğruydu. Birden panikledim. Bu gerçeği bilerek çocuklarımın okul hayatına devam etmesine nasıl göz yumacaktım? Nasıl bir çıkış yolu bulacaktım? Çaresiz hissetmiştim.
Geçen sene tanıştığımız, dost olduğumuz bir arkadaşımız geldi aklıma. Kendisi İstanbul’da, bir üniversitede, Edebiyat bölümünde eğitimci. Kırsal kesime taşınmaya karar verdiklerinde başladı ilişkimiz. Okul hakkında sıkıntılarımı anlatınca ilk defa O’ndan duymuştum okulsuzluğu. Hatta ortak olduğumuz bir arsa üzerinde doğa okulu kurup, kendi çocuklarımıza da faydalı olabileceğimizden bahsetmişti. O zaman hayal gibi gelmişti. Sonra yurt dışından gelen başka arkadaşlarımızla evde eğitim konusunda konuşmaya, fikir alışverişinde bulunmaya başlayınca kafamdaki sönük ışıklar tek tek yanmaya başladı. Mümkün olabileceği fikri daha da güçlendi. Aklıma yatan, inandığım evde eğitim değil, okulsuzluktu.



Uzun bir başlangıç yaptım ama buraya kadar nasıl geldiğimi anlatmak benim için çok önemliydi. Her bölümü, bizimle ve oğlumuzla ilgili tüm okul tecrübelerimizi, okulsuzluğun bizi nasıl bulduğunu tek tek ayrıca yazmak istiyorum. Bu yolda her detayın önemi büyük. Birden olmadı hiçbir şey. Bizim yolumuzun size de yardımcı olmasını umuyorum.
Büyük gün geldi ve birden Peter Gray’in karşısında buldum kendimi.
Biyopsikoloji profesörü olan, yani memelilerin dürtülerinin ve duygularının biyolojik temelleriyle ilgilenen bir araştırmacı olan Peter Gray, bir gün oğlunun okul müdürün odasında ailesine ve diğer tüm okul yetkilelerine ‘Cehenneme gidin’ demesiyle göz yaşlarını tutamamış. Oğlunun yanında değil, karşısında olduğunu fark etmiş ve uzun zamandır yapmaları gerekeni artık yapmak istediklerini anlamışlar. Oğullarını okuldan ve okula benzeyen herşeyden uzak tutmaya başlamışlar. ‘Okul bir hapishaneydi ve oğlum hapsedilmeyi hak edecek hiçbir şey yapmamıştı.‘ diyor Peter kitabında. O günden sonra ilgisi eğitimin biyolojik yönüne doğru kaymış.



Eğitim hayatını Avrupa’da, Master derecesiyle tamamlayıp, çocukları Derin ve Serin’le okulsuzluğu deneyimleyen bir anne.