Şu örnekleri bir karşılaştıralım.
Bir köy dolmuşunda rastlanan sohbet ve etkileşimle şehirlerde yüzlerce kişilik araçlarda yolculuk edenlerin sohbet ve etkileşimlerini..
Yahut da müstakil yaşamların olduğu köylerdeki insanların birbirlerini ne derece tanıyıp sosyal ilişkiler geliştirdiği ile bir köy dolusu insanın tıka basa yaşadığı apartmanlardaki insanların sosyal etkileşim ve birbirlerini tanıma oranlarını..
Elbette müstakil yaşamlara sahip insanların daha sosyal ve daha güçlü olduklarını göreceğiz.
Halbuki genel teamüllere bakacak olsaydık, milyonlarca insanın yığıldığı şehirlerde, bir köy dolusu insanın bir adım mesafede yaşadığı apartmanlarda, yüzlerce insanın balık istifi seyahat ettiği araçlarda sosyalleşme patlaması yaşanmalıydı.
Maalesef realite böyle değildir.
Kalabalıklar; sosyalliği değil, korku ve çekinceyi doğurur.
İnsan, yönetemediği bir ortamda güvende hissetmez. Güvende hissetmediği bir ortamda çekinik kalır, sosyalleşmez.
Keza sosyalleşme hakkındaki genel geçer kanaatler doğru olsaydı iki yaşındaki çocukların, hatta bazen kırk günlük bebeklerin kreş ve eğitime başlatıldığı medeniyette, insanlar prososyal kişiliklere dönüşmeliydi.
Halbuki pedagoji ve vakıa bunun tam tersini söylüyor.
Örneğin güvenli bağlanmayan bir çocuk güvenli ayrılmayı da başaramıyor.
Netice itibariyle özgüveni yüksek, yetkin bir kişiliğe dönüşmekte sorun yaşıyor.
Oysa tek bir anneye bağlanmak, tek bir aileyle aitlik geliştirmek sosyallik kavramına ters görünüyor.!
Esasen ihtiyaç duyduğumuz şey, küçük dünyamız üzerinde tam kontrole sahip olabilmek.!
Güven alanımıza yapılan izinsiz ve zoraki müdahaleler bütün gelişim sürecimizi alabora ediyor.
Kişiler kendilerini güvende hissedebilecekleri arkadaş ortamlarına özgürce ulaşmada sorun yaşadıkça sosyallik, haricî baskılarla gelişmeyecek.
Keza birileri; örneğin öğretmen, bakıcı, ebeveyn.. tarafından kontrol edilen hiç bir ortamda doğal bir sosyallik gelişimi mümkün olmayacak.
Sosyalleşmenin doğal süreci küçük arkadaş gruplarıyla işe başlamaktır.
Küçük gruplarda kişilerin kendini ifade edebilme, söz hakkına sahip olma ve güven ortamı oluşturma imkanı her zaman daha yüksektir.
Bu tür küçük ortamlar yönetilebilir ve doğru bir özgüven geliştirilebilir.
Samimi dostluklar bu şekilde oluşur.
Yeni arkadaşlar edinmenin doğal süreci onlarla, önceki dostların referansı üzerinden tanışmaktır.
Meşhur kaide;
“Dostun dostu dosttur.”
“Bir göz hatırı için çok gözler sevilir.”
İnsanlar kendi dostlarıyla yakın bir frekans aralığında ve benzer değerlerde birleşir. Ortak paydalarda buluşan insanlar birbirleriyle daha iyi, daha samimi arkadaşlıklar geliştirebilir.
Dolayısıyla dostların dostları, potansiyel dostlardır.
Arkadaş referans ve hatırının devreye girdiği ilişkiler daha saygılı ve daha sürdürülebilirdir. Sadakat içerikli ilişkiler geliştirme noktasında da öne çıkar.
Örneğin mahalle ortamında, çocukların kendi seçtiği arkadaşlarıyla oyun oynarken, özgürce kurduğu arkadaşlıklar, okullarda onlarca çocuğun yığıldığı sınıflarda edinilenlerden sayıca daha fazla, nitelikçe daha sosyaldir.
Ki insanlar ne kadar kalabalık ortamlara sokulsa da samimi dostlar bir elin parmaklarını geçmez.
Aslında bakarsak gerçekte olan şey şudur; birini ne kadar kalabalıklara sokarsanız dostların sayısı ve dostlukların kalitesi o nisbette düşmeye başlar.
İnsanların kendi rızasıyla, güvendiği dostların referansıyla, yönetebildiği, özgürce seçebildiği, güven ortamı geliştirebildiği dostluk çevrelerine kıyasla; zoraki ya da resmî düzeyde birlikte olunan kalabalıklardan edinilen arkadaş sayıları, bunlarla olan sosyal etkileşimler ve bu dostlukların sürdürülebilirliğini kıyaslamak teoriyi doğrulayacaktır.
Kalabalıklar sosyalliğe değil, aslında tam tersine sebep olur.
Yine günümüzde, çocukların sosyalleşmesi ümidiyle yollandığı resmî, manen soğuk ve kalabalık ortamlar onlar için sosyalliği hiç bir düzeyde desteklemez.
Aslında gerçek; Çocuklarının sosyal yönünü korumak ve geliştirmek isteyen ebeveynlerin çocuklarını böyle ortamlardan uzak tutmaları gerektiğidir!
Kalabalıkların sosyalliğe sağlayabileceği tek fayda tanışma fırsatı sunacağı yeni insan çevreleri olabilir ki bu da yeterince güvenli, etkin ve doğal olan yol değildir.
Öncelikle, dost olunabilecek bir kaç kişiyi her yerde bulmak mümkündür.
Bunun için birilerinin, örneğin ne idüğü belirsiz otoritelerin dayatmalarına, yönlendirmelerine ya da kalabalık ortamlara ihtiyaç yoktur.
Ki insanlar kontrol altındaki ortamlarda değil özgür ve yalnız kalabildikleri dış hayatta sosyalleşir.
Buna karşılık zoraki kalabalıklarda gelişecek dostluklar, dostluğun temeli olan güven ortamından yoksundur.
Çoğu durumda kalabalık yığınlar zaten lüzumsuzdur.
Nihayetinde aralarından eleyerek belli başlı bir kaç kişiyle dostluk geliştirilecektir.
Hatta kalabalıklardan çıkacak dostluklar, tesadüfen yanına oturacağı kişilere bile indirgenebilir ki gerçek bir dostluk gelişimi için Doğal yöntem bu değildir. Burada gerçek bir güven ortamı gelişemez ve doğru kişileri seçme imkanı tamamen ortadan kalkar.
Zoraki toplanan kalabalıklar ayrılıkla hamile olduğu için sadakati ve sürdürülebilir dostluk becerilerini de beslemez.
Kalabalıkların verdiği onca zarara karşın var olduğu sanılan faydalarının bir anlamı yoktur.
Güvenle bağlanabildiğimiz dostlar olmadıkları sürece kaç kişinin arasında bulunduğumuzun da taşıdığı bir anlam yoktur.
Bu, iğreti ve yapmacık bir sosyalleşme yanılgısıdır.
Eğer kalabalıklar sosyallik sağlasaydı şehirler suç merkezine dönüşmezdi ve diğergamlık duygumuz bu derece körelmezdi.
Zoraki dahil olunan kalabalıklar sosyalleşme sağlamadığı gibi kimseyi kendi halinde de bırakmaz.
Bu ortamlara mecbur kalmanın, hayat neşemize verdiği zararlar saklı değildir.
Bu tür ortamlara dahil edilen kişiler -özellikle de çocuklar- yaşlarıyla ters orantılı olarak, zorunlulukların yoğunluğu nisbetinde, antisosyal olabilmenin yanında sosyalist ya da faşizan kişiliklere de dönüşebiliyor.
Aslında bu sosyallik fasaryası, sürüklenmekte olduğumuz ‘küresel sosyalizm’e giden yolun argümanlarından biri.!
Kendileri gibi düşünmeyen ya da öğretilmiş teamülleri benimsemeyen kişileri ötekileştirmek, farklılıklara karşı önyargılı olmak bu sistemlerde doktrine edilen kişilerin tipik özelliğidir.
Çünkü örneğin okul ortamı, çocukları; hepsini aynı yaş grubuna göre ayırması, aynı elbiseyi giymeleri, aynı görevleri paylaşmaları, aynı telkinleri almaları gibi.. tam anlamıyla sosyalist rejimlerde karşılaşılabilecek talim ve talimatlara maruz bırakmakla; bambaşka kişilikleri, farklılıklarını baskılayarak, tek tipçi bir şablonize potada eritip topluluktaki figürlere dönüştürüyor.
Çok küçük yaşlardan itibaren korkuyla karışık,
- “Ben de herkes gibiyim!”,
- “Kendi başıma neyi değiştirebilirim ki!”..
gibi -kapalı- telkinlerle pasifize, otoriteye itaate koşullanmış hüviyetler üretiliyor.
Bu suretle fıtrat manipule edilmiş, medeniyet sabote edilmiş, demokrasi sosyalistleşmiş oluyor.
Elhasıl,
Robert Frost,
“İyi çitler iyi komşular yapar.”
demiş. Evet.
Gatto’nun da dediği gibi,
“Bir toplulukta birlikte yaşamayı öğrenmenin doğal çözümü, önce birey ve aile olarak ayrı yaşamayı öğrenmekten geçer.”
Her şeyin evvelinde bireysel farklılıklarımızın farkında olup, bunları ne pahasına olursa olsun korumalı ve güçlendirmeliyiz.
Yaratılışın vaz geçilmez emirlerinden biri de budur: ‘Fıtratı korumak’
Herkesin birbirinden farklı olacağını, zaten farklı olması gerektiğini peşinen kabul etmeliyiz.
Bir şaman öğretisinde ifade edildiği gibi
“Ben, ben olduğum için sen sensin.”
Bizi biz yapan şey farklılıklarımız! Her şeyden önce bunun manipule edilmesine karşı çıkmalıyız.
Topluluktaki bir figüre dönüştükçe ya da ortak potada eridikçe değil, çitlerimizi sağlam yaptıkça, yani kendimizi iyi tanıdıkça, mahrem alanımızı en iyi seviyede korudukça, kişiliğimizi doğru ve güçlü bir şekilde geliştirebilmemiz nisbetinde toplumda edineceğimiz konumu en iyi şekilde belirleme imkanını ancak bulabiliriz.
Vesselam